Demokrasi
Demokrasi hem bir kavram hem de pratik olarak uygulanmış olan bir yönetim biçimi olarak oldukça eskidir. Kökeni Antik Yunan sitelerine dayanmaktadır ve “halkın halk tarafından yönetilmesi” anlamına gelmektedir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Antik Yunan demokrasileri günümüz demokrasilerinden çok farklı bir toplumsal, iktisadi ve siyasi örgütlenme biçimi ve anlayışın ürünüdür. 2.500 yıl içinde meydana gelen değişimler sonucunda hem kavramın anlamı hem de uygulanış biçimi önemli bir değişime uğramıştır. Şimdi bu değişim sürecinden ve bugünkü anlamına ulaşmasından bahsedeceğiz.
Antik Yunan sitelerinin bir kısmında uygulanan demokrasi, bu demokrasiler çöktükten sonra yüzlerce yıl bir daha uygulanamamış, demokrasi sadece bir kavram olarak varlığını sürdürmüştür. Kavramın tekrar gündeme gelmesi, ancak modernleşme sürecinin sonucunda kitle toplumunun ortaya çıkması ile mümkün olmuştur. Ancak, bir yönetim biçimi olarak tekrar uygulanmaya başlamadan önce, Kilise hukukunda “temsil” kavramının tebarüz ettiğini görmekteyiz. 12. Yüzyılda Avrupa’da Kilise, geniş coğrafi alanlarda birliği ve eşitliği sağlamak için prosedürlerin gelişimine ihtiyaç duymaya başlamış ve bunun üzerine idari olarak genişleme ve merkezileşme anlamında önemli bir ilerleme kaydetmiştir. Bunun sonuçlarından birisi, Gregoryen reform hareketinden sonra, Ortaçağ Kilisesi’nin örgütlü ve merkezi bir dini toplum yaratmak amacıyla, giderek daha karmaşık hale gelen Kilise kurumunun yönetimi için pratik metodlar geliştirme ihtiyacı ortaya çıkmıştı. Mevcut feodal hukukun yeni ihtiyaçlara cevap verememesi, Roma hukukunun ve Kilise Hukukunun yeniden canlanışına neden oldu. Roma hukukunun yeniden yorumlanışı, siyasal otorite kavramının anlamını da kısmen değiştirdi. Ama asıl önemli olan, kurumun yeniden örgütlenmesi sürecinde “temsil” mekanizmasının ortaya çıkmasıdır. Yerel kiliselerin merkezde temsil edilmesi, temsilcilerin cemaatleri adına “konuşması” anlamında temsil mekanizması, 12. Yüzyıldan itibaren dini hukukta böylece ortaya çıktı ancak henüz dini olmayan sivil siyasi alanda henüz temsil kavramı bir anlam ifade etmemekteydi. Ancak 13. Yüzyılın sonlarından itibaren sivil hukukçuların kavrama itibar ettiğini görmekteyiz. Sivil hukukçuların bir otoritenin topluluğu nasıl temsil ettiği veya onların adına nasıl hareket ettiği problemini çözmede kilise hukukçularından daha başarılı olmaya başladı. Çünkü gücün halktan temsilciye nasıl aktarıldığını tanımlamakla işe başladılar. Ancak yine de, modern anlamda temsil fikri henüz ortaya çıkmamıştı, çünkü sivil yöneticiler hala tüm devlet imajının temsilcileri olarak algılanmaktaydı, henüz kolektif kişilik kurgusu ortaya çıkmamıştı. Kolektif yaşamın ortaya çıkması ve bunun temsil aracının belirlenmesinin bir ihtiyaç olarak ortaya çıkması için birkaç yüzyıl daha beklemek gerekecekti. “Uquino’lu Thomas ve Salisbury’li John, siyasal yöneticiden temsilci olarak bahsederken, kafalarındaki yönetici, mecazi ve sembolik anlamda tüm komüniteyi kişisel olarak temsil eden kişiydi. Tabii ki bir birey olarak değil, fakat iktidarı elinde bulunduran kişi olarak yönetici, tüm toplumun kendisi idi.” Sonuç olarak, “temsil” kavramı ilk önce Kilise hukukçuları tarafından geliştirildi ancak daha sonra kavrama teorik çerçevesini sivil hukukçular tarafından kazandırıldı ve yöneten-yönetilen ilişkisinde önemli bir kavram haline geldi. Toplum bir kolektif bütün olarak, bireysel çıkarları ve hakları olan kişilerin toplamı olarak görülmeye başladıktan sonra, toplumu temsil fikri, demokratik bir siyasal birim ile bağlantılı temsil anlamına gelmeye başladı. Bu nedenle, parlamenter demokrasinin ilk biçimlerinin Batı Avrupa’da ne zaman oluştuğu sorusunu anlayabilmek için, o dönem Avrupa’sında parlamentoya denk gelebilecek temsili kurumlara bakmak gerekmektedir.
Avrupa’da henüz bir rejim biçimi olarak temsili demokrasi (dolaylı demokrasi) ortaya çıkmadan önce “temsil” kavramı sivil siyasi bir anlam kazanmaya başlamıştı ve temsil mekanizmasının işlediği yerler olarak “parlamentolar” ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla, günümüz temsili demokrasilerini anlayabilmek için, yukarıda kısaca anlatılan temsil kavramının ortaya çıkışı gibi temsilin gerçekleştiği kurumlar olarak parlamentoların da ortaya çıkış sürecine kısaca bakmamız gerekmekte. Avrupa’da parlamentoların gelişimini iki aşamaya ayırmak gerekir. İlki, günümüz parlamentolarına pek de benzemeyen, daha çok siyasi lidere (Kral, prens vb) danışmanlık hizmeti veren konsey ya da meclislerdir. Bu meclisler, daha çok liderin karar ve eylemlerini duyurmak veya belirli olaylara resmilik kazandırmak amacıyla, lider tarafından çoğu soylular ve din adamları arasından lider tarafından seçilerek atanan kişilerin oluşturduğu toplantılardı ve istişari gücü yoktu. Zamanla, toplumsal sınıfların değişimi ve özellikle burjuva sınıfının güçlenmesi ile birlikte bu Melislerin güç ve yetkileri artmaya başladı. Parlamento benzeri bu kurumlardan ilki, 1188 yılında Leon İspanya Krallığı’nda kuruldu ve Kral din adamları ve soylulardan oluşan bu meclisin görüşlerini dikkate almayı taahhüt etti. 13. Yüzyıl sonunda diğer İspanyol Krallıklarında da benzeri kurumlar oluştu ve zamanla güçlerini artırdılar. Benzeri bir gelişme İngiltere’de yaşanmaktaydı; 1199 ila 1327 yılları arasında Krallar ile soylular arasında yaşanan ciddi çatışmalar nedeniyle yöneten- yönetilen ilişkilerinde önemli değişimler meydana geldi ve nihayet 1215 yılında Magna Carta adı verilen bir anlaşma ile Kral’ın bazı yetkileri sınırlandırıldı. Bu, İngiltere’de parlamenter demokrasiye giden yolun başlangıcı oldu. Soylulardan, din adamlarından ve nüfuzlu tüccarlardan oluşan ve “konuşulan yer” anlamında Parlamento’nun onayı olmadan Kralın yeni vergiler koyamayacağına karar verildi. 14. Yüzyıl sonuna gelindiğinde Parlamento baronların, şövalyelerin, din adamlarının ve burjuvazinin ayrı ayrı temsil edildiği ve birden fazla bölümden oluşan bir kurum haline gelmişti ancak kısa süre sonra tek bir organ haline dönüştü. İngiliz Parlamentosu, temsilcilerin bölgeleri adına konuştuğu ve bölgeleri adına alınan kararları tartıştığı yerlerdi, bazen bu görüşmeler Kral ile ciddi pazarlıklara dönüşebilmekteydi. Dolayısıyla, İngiliz Parlamentosu bir yandan toplumdaki önemli sınıfların çıkarlarının korunduğu ve temsil edildiği hem de yöneten-yönetilen arasında iletişimin kurulduğu bir kanaldı. Zamanla, burjuva sınıfının daha da güçlenmesi ve kapitalist üretimin bir sonucu olarak işçi sınıfının da ortaya çıkmasıyla, İngiliz Parlamentosu tüm toplumun temsil edildiği bir organ olmaya başladı. Fransız Meclisi Estates-General ise, 1355-1357 yıllarındaki toplantılarına kadar bir parlamento niteliğini kazanamamıştı. Aslında, Fransız Meclisi hiçbir zaman düzenli olarak toplanamamıştı, fakat toplandığı zaman karar alma sürecinde etkili olabiliyordu. 13. ve 14. yüzyıllarda Alman ve İtalyan krallıklarında da benzer gelişmeler yaşanıyordu.
Anlaşılacağı üzere, parlamentolar giderek güçlenen toplumsal sınıfların ve bireylerin siyasal karar-alma süreci üzerinde etkili olmaya başlaması sonucunda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, monarşiler temsili bir nitelik kazanarak “Meşruti Monarşi” adı almaya başlamıştır. Bu, meşruiyetin kaynağının değiştiğini göstermektedir. Modern öncesi toplumlarda meşruiyetin kaynağı bir yandan siyasi liderin sahip olduğu toprak, askeri güç gibi maddi güçler diğer yandan da liderin tanrının yeryüzünde temsilcisi olduğu inancıydı. Rasyonel ve kendi kaderini tayin edebilen bireyin ortaya çıkışı geleneklerin ve dinin siyaset ile ilişkisini güçsüzleştirmiş, aynı zamanda ekonomik bir değer olarak toprağın yerini kapitalin almasıyla da burjuvazi sınıfı önem kazanmıştır. Diğer bir ifadeyle, siyasi liderlerin yeni meşruiyet kaynaklarına ihtiyaç vardır. Kitlelerin baskısı, meşruiyetin kaynağını daha sonra “ulus” adını alacak olan kitlelere kaydırmıştır. Yani, ancak halkın rızasını, onayını alan, halkın taleplerini dikkate alan monark meşru sayılacaktır. İşte bu süreç, monarşilerin “meşruti” sıfatını alması ile sonuçlanmıştır. Ancak, toplumsal değişim bu noktada durmamış, devam etmiştir. 19. Yüzyılda yaşanan Sanayi Devrimi ve bunun diğer toplumlara sıçramasıyla birlikte sınıfsal dönüşüm devam etmiş ve sınaî üretim merkezlerinde çalışan ve emeklerini para karşılığı satarak geçimlerini sağlayan işçi sınıfı ortaya çıkmış ve bir zamanlar burjuvazi sınıfının siyasi karar-alma süreci üzerinde uyguladığı baskıyı bu sefer bu sınıf da yapmaya başlamıştı. Bu taleplerin yükselmesi ve yaşanan büyük devrimler sonucunda meşruti monarşiler demokrasilere yani kitlelerin kendileri ile ilgili kararları kendilerinin alacağı sistemlere yani demokrasilere dönüşmüştür.
Ancak, bir rejim biçimi olarak 19. Yüzyıl sonlarında yayılmaya başlayan demokrasiler, elbette Antik Yunan demokrasileri ile aynı özelliklere sahip değildi; olamazdı da, çünkü bambaşka bir iktisadi yapı, bambaşka bir birey, bambaşka bir özgürlük ve eşitlik anlayışı ortaya çıkmıştır. Bu yeni demokrasiler, 12. Yüzyılda önce Kilise hukukunda ortaya çıkan “temsil” ve temsilin konuşularak, tartışılarak ve nihayet kararlara dönüşerek icra edildiği yerler olarak “parlamento” ile ilişkili olmuştur. Yani yeni demokrasiler artık “dolaylı” diğer bir ifadeyle “temsili” demokrasilerdir. Bu yeni demokrasi biçimi, “… egemenlik yetkileriyle donatılmış vatandaşların kendi temsilcilerini seçerek kendi kendilerini dolaylı olarak yönetmeleri anlamına gelmektedir.”
Elbette, bütün bu gelişmeler beraberinde yeni toplumsal ve politik örgütlenme biçimlerine zemin hazırlayan düşünsel ürünlerle birlikte gitmiştir. Bu düşünsel ürünleri üreten isimler arasından özellikle 17. Yüzyılda J. Locke ve T. Hobbes, 18. Yüzyılda J.J. Rousseau,
Yüzyılda J.S. Mill’i zikretmek gerekir. Aslında liberal düşüncenin kurucuları sayılan bu isimler, aynı zamanda günümüz liberal demokrasilerinin de düşünsel temellerini atmışlardır. Bu düşünsel ürünleri yukarıda sözü edilen toplumsal, iktisadi ve politik gelişmelerle birlikte düşünmek gerekir. Özellikle Avrupa’da din savaşları, feodalizmden kapitalizme geçiş, burjuvazinin yükselişi öncelikle bireysel liberalizmi (bir anlamda bireyin Kilise’den, geleneklerden, statüye dayalı hiyerarşik örgütlenme ve değerlerden kurtulması anlamında bireysel liberalizmi) güçlendirmiş, ardından bireylerin siyasi erk karşısındaki edilgen konumları sorgulanmış ve katılımcı topluma duyulan ihtiyaç ortaya çıkmıştır. İngiltere’de 1688 “Görkemli Devrim”i, hem İngiliz monarşisinin iktidarını kısıtlamış hem de Avrupa ve Amerika liberalleri için bir model oluşturmuştu. Aynı dönemde J. Locke’un “doğal haklar” felsefesi, tam da bu konudan; bireyin doğuştan özgür olduğundan, bunun doğal bir hak olduğundan söz etmektedir. Locke’un çağdaşı T. Hobbes da, gelişen burjuvazinin feodal biçimde örgütlenmiş toplumlarda gelişemeyeceğinin, merkezi ulus-devletlere ve bu devletlerin sağlayacağı ulusal sınırlar, ortak dil, ortak hukuk, ulusal pazar gibi oluşumlara ihtiyaç duyacağının farkındadır. Hobbes, doğa durumunda insanın özgür olduğunu ancak kaynakları kıt olan bir doğada insanları bir arada uyum içinde birlikte tutacak ve insanların doğuştan sahip oldukları özgürlükleri koruyacak ortak bir anlaşma ve bu anlaşma ile oluşturulmuş bir siyasi otorite olmadıkça doğa durumunun aslında bir kaos durumu olduğunu söylerken, aslında önerdiği şey merkezi bir ulus-devletin oluşumudur. Fransız düşünür j.J. Rousseau da “Toplum Sözleşmesi” ve “genel irade” kavramları ile, öncekilerden biraz daha farklı olmakla birlikte benzer şeyleri söylemektedir: Yönetici-yönetilen ilişkilerini “genel irade” kavramı etrafında yeniden kurgulayan Rousseau, ulus-devleti hem kuran hem de devam ettiren milliyetçi düşüncenin önemli isimlerindendir.
Liberalizm ile demokrasi arasındaki temel ilişki, özgürlük ile eşitlik arasındaki ilişkidir. Liberal demokraside liberalizm özgürlüğü, demokrasi ise eşitliği temsil etmekte ve gerçekleştirmeyi hedeflemektedir. Aslında liberalizm bireye, demokrasi ise topluma dayanmaktadır; özgürlük toplumu dikeyine, eşitlik ise yatayına kesen özelliklerdir; demokrasi sosyal birlik ve dağıtıcı eşitliğe değer verirken, liberalizm üstünlüğe önem vermektedir; liberalizm bireysel girişimciliği yüceltirken, demokrasi sosyal birliği hedeflemektedir. Belirtilen bu özellikleri ile liberalizm ve demokrasi birbiri ile çelişir gözükmektedir. Bütün bu çelişkilere rağmen, liberal demokrasi neredeyse son iki yüzyıldır tüm dünyada üstünlüğünü kabul ettirmiştir. Bu nasıl mümkün olmaktadır? Liberaller ile demokratlar nasıl uzlaşmaktadır? Liberalizm devlet iktidarının sınırlandırılması tekniğidir, bireyin devletin baskıcı iktidarına karşı korumayı hedeflemektedir; demokrasi ise halkın iktidarını devlete ortak etmeye dayanmaktadır. Dolayısıyla, liberaller ile demokratlar arasında bir rol ayrılması olmuş ve birbirlerine katkıda bulunmuştur. Böylece liberalizm devletin biçimi ile ilgilenirken, demokrat devletten kaynaklanan normlarının içeriği ile ilgilenmektedir. Günümüz demokrasileri bu anlamda bu iki yaklaşımın bir bileşimidir.
Liberalizmin ve demokrasinin gelişimi, “egemenliğin kime ait olduğu” sorusu ile yakından ilişkilidir. Egemenliğin kimde olduğu sorusuna verilen yanıtlarda iki temel yaklaşım söz konusudur:
- Tekli (Monist) Egemenlik Modeli
- Çoğulcu (Pluralist) Egemenlik Modeli
Tekli egemenlik modeli de
a) teokratik (dini yönetim),
b)geleneksel (krallık veya sultanlık) olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.
Tekli egemenlik modelinde, ister teokratik ister geleneksel nitelikte olsun, egemenliğin nihai kaynağı tanrıdır. Teokratik modelde yöneticiler ve dini liderler toplumu yönetme yetkileriyle donatılmışlardır. İktidarın meşruiyeti, tanrının yönetme görevini bu kişi veya kişilere verdiği inancına dayanmaktadır. Yöneticiler sadece tanrıya karşı sorumludurlar; yönetilenler ise “kul” statüsündedirler; hem tanrının kulları hem de yöneticinin kullarıdırlar. Geleneksel modelde de iktidarın meşruiyeti tanrıya dayanmaktadır ve kral veya sultan yetkilerini tanrı adına kullanmaktadır ancak yöneticiler din adamları veya dinsel kurumlar değildir.
Çoklu egemenlik modelinde ise egemenlik yetkisi vatandaşlardadır. Egemenlik yetkisine sahip vatandaş olma her sistemde belirli kısıtlamalara tabidir, örneğin yaş önemli bir kısıttır, egemenlik hakkını kullanmak için belirli bir yaşta olmak gerekir (bu sınır genellikle 18 ila 21 yaş arasında değişmektedir), yine hükümlü olmak veya bazı ülkelerde belirli meslekleri icra ediyor olmak da bu kısıtlamalar arasındadır. Reşit ve eşit haklarla donatılmış vatandaşlar, demokratik seçimlerle kendilerini temsil edecek kişileri seçerler. Genellikle temsilci adayları bir siyasal parti tarafından aday gösterildikten sonra seçimlere katılmaktadır.
Siyasal partilerin sayısının en az iki olması gerekmektedir; tek partili sistemler kendilerini demokrasi olarak ilan etseler de bunlar demokratik rejimler arasında sayılmazlar. Birden fazla partinin, toplumun belirli kesimlerinin çıkarlarının temsilcisi olarak parlamentoda yerini almasıyla çoğulculuk ilkesinin en önemli şartı yerine gelmiş olur.
Temsili demokrasilerde önemli bir mesele, iktidarın sınırlandırılması meselesidir. Daha önce de değinildiği gibi, günümüz demokrasilerinin önemli bir kısmı liberal nitelikte temsili demokrasilerdir ve liberalizmin temel amaçlarından birisi de iktidarı sınırlandırarak birey özgürlüklerinin kısıtlanmasını ve yöneticilerin ayrıcalıklı konumlarını kullanarak görevlerini kötüye kullanmalarını engellemektir. Bunun için geliştirilen yöntem, Kuvvetler Ayrılığı İlkesidir. Kökenini Antik Yunan düşüncesinde yer alan Karma Anayasa’dan alan Kuvvetler Ayrılığı ilkesi, 17. Yüzyıldan itibaren geliştirilmiş, özellikle Montesquieu tarafından şekillendirilmiştir. Günümüz temsili demokrasilerinde Kuvvetler Ayrılığı ilkesi, esas itibariyle ülke yönetiminin üç anayasal organ olan yasama, yürütme ve yargı arasında paylaştırılmasına dayanmaktadır. Böylelikle merkezi yönetimin tek elde toplanması, dolayısıyla görevin kötüye kullanılma ihtimali engellenmektedir. Kuvvetler Ayrılığı ilkesi iki temel amaca dayanmaktadır: kontrol etme ve dengeleme (check-and-balance). Yasama işlevi parlamentolara; yürütme işlevi başkan ve kabineye, yargı işlevi ise bağımsız mahkemelere verilmektedir. Bu organlar görevlerini yerine getirirken, yetkilerini diğer organların yetkilerinin başladığı yere kadar genişletebilirler. Aynı zamanda her bir organ, diğer organları denetleyecek belirli araçlara sahiptirler. Bu organlar erki genel olarak şu şekilde paylaşmaktadırlar.
Yasama Organı: Belirli aralıklarla yapılan seçimlerde seçmenlerin seçtiği temsilcilerden oluşan yasama kurumlarıdır ve parlamento veya meclis olarak adlandırılmaktadır. Temel işlevleri, kanunlar yapmak, hükümeti denetlemek, toplumda farklı grupları ve çıkarları temsil etmek, şikâyetleri ve talepleri değerlendirmek, bazı sistemlerde hükümeti (yürütme organını) seçmek (Başkanlık sisteminde hükümeti seçme görevi parlamentoya ait değildir).
Yürütme Organı: Hükümet veya Kabine olarak da adlandırılan Yürütme Organı, esas olarak yasama organının yapmış olduğu kanunları hayata geçirmekle yükümlüdür. Yürütme organının elinde merkezi ve yerel düzeyde geniş bir bürokrasi vardır ve bu bürokrasi aracılığı ile bu kanunları hayata geçirir. Yürütme Organı, gerekli gördüğü durumlarda Parlamentoya kanun tasarıları da sunmaktadır. Ancak, günümüzde Yürütme Organı çok daha güçlenmiş, bir çok durumda yasaları kendileri yaparak parlamentoları sadece birer onay kurumu haline dönüştürmüştür.
Yargı Organı: Bu organın temel görevi, yapılan kanunları ihlal eden kişi ve kurumlar hakkında açılan davaları sonuçlandırmak, parlamentonun çıkarmış olduğu kanunların Anayasaya uygun olup olmadığını denetlemek (bunu birçok ülkede Anayasa Mahkemesi yapmaktadır) ve yürütme organının (hükümetin) icraatlarının anayasal çerçevede olup olmadığına karar vermektir.
Kuvvetler Ayrılığı ilkesi sadece bu üç anayasal erkin birbirinden ayrılması ve birbirini kontrol etme ve dengeleme yetkisine sahip olmasının dışında başka mekanizmalarla da güçlendirilmektedir. Örneğin, baskı grupları ve sivil toplum kuruluşları da iktidarın denetlenmesi işlevini yerine getirmektedir. Yine bazı ülkelerdeki federal yapılanmalar da kuvvetler ayrılığı ilkesini güçlendirmektedir. Yasama yürütme ve yargı organlarının ayrıştırılması yatay kuvvetler ayrılığıdır; buna karşın federal yapıların varlığı dikey kuvvetler ayrılığıdır. Bu ikisinin bir arada bulunduğu sistemlerde, yani yönetimin hem merkezi organlar arasında hem de yerel organlar arasında paylaştırıldığı ABD, Almanya, İsviçre gibi sistemlerde kuvvetler ayrılığı ilkesi daha etkili işlemektedir.
Kuvvetler Ayrılığı ilkesi, pratikte iki farklı şekilde uygulanmaktadır. Parlamenter sistemlerde yasama ile yürütme arasındaki ilişki ve iş birliği çok daha sıkıdır ve yürütme parlamentodaki iktidar partisi ile işbirliği içinde ülkeyi yönetir. Buna karşın Başkanlık ve Yarı-Başkanlık sistemlerinde bu ilişki çok daha gevşektir, organlar birbirinden çok daha net biçimde ayrılmıştır. Bu sistemlerde Başkanın partisi, bazen parlamentoda çoğunluğu oluşturan partiden farklı olabilmektedir.
Sonuç olarak bir siyasal sistemin demokrasi ile yönetildiğini söyleyebilmek için, şu temel özelliklere sahip olması gerekmektedir:
- Belirli aralıklarla seçimlerin yapılması
- Seçimlerin özgür ve adil olması
- Seçimlere birbiri ile rekabet eden en az iki siyasal partinin olması
- Vatandaşların kişisel hak ve özgürlüklerin garanti altına alınmış olması
- Tüm vatandaşların eşit olması
- Azınlıkların hak ve özgürlüklerin garanti altına alınmış olması
- Muhalefetin haklarının gözetilmesi
- Kuvvetler Ayrılığı ilkesinin geçerli olması
- İktidarın hesap veriyor olması
- Devletin sosyal devlet sorumluluğunu üstlenmesi, diğer bir ifadeyle vatandaşların asgari ihtiyaçlarının karşılanması ve sosyal güvencelerinin oluşturulmasının devlete ait bir sorumluluk haline gelmesi