İSLÂM MEDENİYETİ VE HOŞGÖRÜ
İslâm’ın önemsediği ve insanlar arasında uygulanmasını istediği değerlerden biri de hoşgörü dediğimiz müsamahadır. Kelime olarak “görmezliğe gelme, bağışlama gibi manalara gelen hoşgörüyü müsamaha ve tolerans kelimeleriyle de kullanıyoruz. Sözde ve fikirde kalmayıp eyleme dönüştürüldüğünde insanlar arasında sevgi ve bağlılık meydana getiren hoşgörü, toplum içinde daha rahat ve huzurlu bir yaşantının meydana gelmesine sebep olur.
Kur’ân-ı Kerim’in, “Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle davet et. Onlarla mücadeleni en güzel tarik (yol, şekil) hangisi ise onunla yap” (Nahl, 16/125). Keza, “Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 2/256) ayetleri, İslâm’ın başka din, anlayış ve felsefelere sahip olan insanlara bakış açısını ortaya koymaktadır. Bunun içindir ki, İslâm tarihinde zorla İslâmlaştırma gibi bir harekete rastlanmaz.
İslâm, Müslümanların fethettiği topraklarda yaşayan hiç kimsenin zorla dine girmesine müsaade etmez. O, herkesi inanç ve fikrinde serbest bırakır. Hak ile bâtılın, doğru ile yanlışın neler olduğunu, inançlar arasında tercih edilmesi gerekenin hangisi olduğunu belirtmekle yetinir. Zorlama sonunda Müslüman olmayı İslâm’a uygun bir hareket olmadığını açıklamaktan çekinmez. Tarihten günümüze kadar Müslüman devletlerin idaresi altındaki gayrimüslimlerin (Müslüman olmayanlar) rahat ve huzurlu bir hayat geçirmeleri ve inançlarına göre serbestçe ibadet etmeleri işte böyle bir anlayışla mümkün olmuştur.
Bizzat Hz. Peygamber döneminde sayısız örnekleri verilen İslâmî müsamaha o kadar geniştir ki, günümüzün insaflı yabancı araştırıcıları da bunu kabul etmek zorunda kalmıştır. İslâm’ın bu yöndeki uygulamasından hayranlıkla bahseden Batılı bir kaynak bize şöyle bir olay anlatır: “Bir gün, bir Musevî Muhammed’e gelir. İleri gelen erkândan birisinin kendisinin dinî hislerini incittiğini ve Muhammed’in Musa’dan üstün bir peygamber olduğuna dair bir ifadede bulunduğunu söyler. Peygamber o zata dönerek der ki, böyle bir şey söylememeliydin, başkalarının itikadına saygı göstermek gerekir.” Bu ifadeler bize, Hz. Peygamber’in dinî inanç konusunda ne kadar hoşgörülü ve müsamahakâr davrandığını
göstermektedir.
İslâm’ın hoşgörü anlayışı ve ötekine karşı olan insanî tutumu İslâm coğrafyasının en batı ucunda bulunan Endülüs’te de devam etmişti. Gereçkten çok dinli ve çok kültürlü bir yapıda bulunan Endülüs’te yaklaşık sekiz asır süren İslâm hâkimiyeti (711-1492) sırasında Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler aynı ülke içinde bir arada ciddi problemlerle karşılaşmadan yaşıyorlardı. Endülüs’te Hıristiyanlar ile Yahudiler dinî inaç, kurum, hukuk, âdet ve geleneklerini sürdürme konusunda bir baskıyla karşı karşıya kalmıyorlardı.
Endülüs fethedilmeden önce Hıristiyan yöneticiler tarafından baskıya maruz kalan ve zorla Hıristiyanlaştırma muamelesine tabi tutulan Yahudiler, Müslümanların adaletli ve hoşgörülü yaklaşımları sonucunda varlıklarını muhafaza ettiler. Aynı ılımlı politika buradaki Hıristiyanlar için de geçerli olmuştur. Zaten Müslümanlar böyle bir politikadan başkasını da uygulayamazlardı; zira peygamberlerinin gayrimüslimlere karşı olan politikası buna izin vermezdi. Bunun içindir ki, Musa b. Nusayr’dan sonra Endülüs’te valilik yapan Abdülaziz b. Musa b. Nusayr’ın Tudmir (Mürsie) bölgesi hâkimi Teodomiro ile yaptığı barış antlaşmasında Besmele’den sonra şöyle denilmektedir:
“Abdülaziz b. Musa b. Nusayr’dan Teodomiro b. Abduş’a. Teodomiro, barışı kabul etmiş ve bunun karşılığı olarak kendisine Allah’ın ahdi ve zimmeti ile Resulullah’ın zimmeti verilmiştir. Antlaşma şartlarına uydukları sürece onun ve onun idaresindeki herhangi bir Hıristiyanın malına zarar verilmeyecek, kendileri, çocukları ve kadınları öldürülmeyecek ve esir edilmeyeceklerdir. Dinleri sebebiyle aşağılanmayacaklardır. Kiliseleri yakılmayacaktır…” Endülüs’ün fetih sürecinde ve sonrasında Müslüman yöneticiler gayrimüslim unsurlara karşı olumlu davranışlarda bulunmuşlardı. Onları, Müslümanların şehirlerinde ikamet ettirmişler, din, can, mal ve seyahat özgürlüklerini son noktasına kadar kullanmalarına izin vermişlerdi. Hıristiyanlar ve Yahudiler açısından bakıldığında, Endülüs’teki yöneticilerin bu türden uygulamaları onların Müslümanlarla tek bir devlet çatısı altında asırlarca bir arada yaşamalarına imkân vermişti.
Müslümanlar tarafından fethedilmeden önce İspanya’da soykırımla karşı karşıya kalan Yahudiler, Endülüs’te bu yeni düzen ile cemaatlerini, dinlerini, sosyal ve dinî hayatlarını korumuşlardır. Müslümanların bu insanî ve İslâmî anlayışlarından dolayı İspanya’da bulunan esir ve köleler Müslümanları büyük bir sevinçle karşılamışlardı.
İspanya’daki Müslümanlar ile gayrimüslimler arasındaki münasebetler hakkında kaynaklarda dikkat çeken başka bilgiler de vardır. İslâm fetihlerinin başlangıcında ne dinî baskı ne de zorla Müslümanlaştırma gibi bir olay işitilmemişti. İspanya’da İslâmî idarenin Hıristiyan tebaa (vatandaş) karşısında almış olduğu yumuşak tutum iki din mensuplarını birbirine daha da yaklaştırmış ve bu iki topluluk arasında bazı karışımlar meydana gelmiştir. Müslüman erkeklerle Hıristiyan kadınlar arasında evlilikler başlamıştı. Mesela Endülüs valisi Abdülaziz b. Musa b. Nusayr Kral Rodrigo’nun dul eşi Egilona ile evlenmişti.
Bu dönemde birçok Hıristiyan Arap isimlerini aldıkları gibi Müslüman komşularının âdetlerini de taklit ediyorlardı. Nitekim yine bu dönemde birçok Hıristiyan erkek çocuklarını Müslümanlar gibi sünnet ettiriyorlardı. Ülkenin her tarafında Arap dilinin öğretilmesi Latince eğitimin önüne geçmişti. Böylece Hıristiyanlık ilâhiyatının dili olan Latince zamanla unutulmaya terk edildi.
Endülüs’teki gayrimüslimler, Müslüman yönetimi altında her türlü insanî ve medenî haklara sahip olarak hayatlarını devam ettiriyorlardı. Fakat aynı bölge Müslümanların elinden çıkıp Hıristiyanların eline geçince bu kez tam bir işkence, zulüm ve katliam buradaki Müslüman ve Yahudilere uygulanır oldu. Bu kadarla da bitmiyordu, zira Hıristiyan yöneticiler kendi dinleri dışındaki dinlere yasaklama getirdiler. Müslümanlar tarafından meydana getirilen bu büyük medeniyet dairesi içinde farklı din ve kültürlere sahip insanlar huzur içinde hayatlarını devam ettiriyorlardı. Müslüman Araplar 711 senesinde İslâmiyet’i İspanya’ya sokmuşlardı. 1502 senesinde ise Ferdinand ve İsabella tarafından duyurulan bir ferman ile bütün İspanya kraliyeti dâhilinde İslâm dini yasaklandı. Hâlbuki bu iki tarih arasında geçen yüzyıllar süresince Müslüman İspanya’da Ortaçağın en parlak tarih sayfalarından biri yazılmıştır. İslâm’ı kabul etmesiyle, yepyeni bir hayat anlayışına girdiğini bildiğimiz Müslüman Türk dünyası, bağlı bulunduğu bu yeni dinin emirlerine uygun olarak hoşgörü duygusunu benimsemişti. Gerçekten de İslâm medeniyeti içindeki yerlerini aldıkları andan itibaren hareket ve davranışlarını İslâm’ın emir ve prensiplerine uydurmaya çalışan Müslüman Türkler, bu sayede engin bir hoşgörünün de sahibi oldular.
Müslüman Türklerin, İslâmî emirlerden kaynaklanan davranışları, onları başka dinlerdeki insanların hareketlerine karşı daha soğukkanlı ve toleranslı olmaya sevk etmişti. Nitekim dinî gayretkeşliğin sonucu olarak ortaya çıkan Haçlı Seferleri’nden bahsederken Claude Cahen, “Haçlı Seferleri’nden bu yana, Selçukluların dindeki tutumu, Avrupa’daki yanlış bazı yorumlara yol açmıştı. Bu nedenle burada Selçukluların Müslüman olmayanlara ve özellikle Hıristiyanlara karşı İslâm dininin önde gelen ve köklü özelliği olan hoşgörüyü hiç değiştirmeden uygulamış olduklarını belirtmekte yarar var” diyerek Haçlıların her türlü kötü hareketlerine karşı, Selçukluların insanca müsamahayı elden bırakmadıklarını belirtmek ister.
Bütün İslâm ülkelerinde olduğu gibi Osmanlılarda da başka dinden olanlara karşı müsamahalı davranmak devlet politikasının başta gelen özelliği idi. Bu politikaya devletin kuruluşundan itibaren riayet ediliyordu. Bu bakımdan, Osmanlıları pek sevmemekle birlikte Gibbons, “Evvelki Osmanlıları, Bizanslılar ve Balkan Yarımadasındaki sair unsurlarla mukayese ettiğimiz zaman, Osmanlıların daha barışçı olduklarını kabul ve beyan etmemiz icap eder. Geniş bir Hıristiyan kitlesini tebea (vatandaş) edinen Orhan, zorla din değiştirme teşebbüsünde bulunmayacak kadar akıllı idi.” diyerek hoşgörü anlayışının devletin kuruluşundan itibaren var olduğuna işaret eder. Bu uygulama daha sonraları da devam etmişti.
Osmanlı coğrafyasında insanlar, ahenk ve barış içinde yaşıyorlardı. Nitekim yine Gibbons, bu konuya temas ederek, Yahudilerin toptan öldürüldüğü ve engizisyon mahkemelerinin ölüm saçtığı bir devirde Osmanlı idaresi altında bulunan çeşitli dinlere bağlı kimselerin huzur, barış ve uyum içerisinde yaşadıklarını belirtir. Ayrıca Osmanlıların, yakın dönem tarihinde milliyetlerini tesis ederken dinî hürriyet prensibini temel taşı olmak üzere koymuş ilk millet olduğunu, ardı arkası kesilmeyen Yahudi işkence ve engizisyon lekesinin en yoğun yaşandığı asırlar esnasında, Hıristiyan ve Müslümanların, Osmanlıların idaresi altında huzur ve uyum içinde yaşadıklarını ifade eder.
İslâm araştırmaları sahasında büyük bir uzman olarak kabul edilen Brockelmann da Osmanlı idaresi ve hoşgörüsü konusunu şu cümlelerle değinir:
“Müslüman Türkler, fetihleri esnasında isteselerdi Hıristiyanlığı tamamen yok edebilirlerdi. Fakat mensubu bulundukları din, buna müsaade etmez. Bu yüzden Fâtih Sultan Mehmed, nasıl ki daha önce dedeleri kilise teşkilâtını serbest bırakmak suretiyle Bulgarları rahatsız etmedilerse o da eski dinî gelenekle tanınmış İslâmî devlet görüşüne de tamamıyla uygun olarak Ortodoks Rum ruhanî sınıfının silsile-i meratibini bütün selahiyetleri ile tanıdı. Hatta o, Hıristiyanlar üzerindeki medenî hukuk alanında kaza hakkını tanımak suretiyle kilisenin nüfuzunu artırdı bile.”
Osmanlılar, İslâm’dan aldıkları ilhamla fethettikleri yerlerdeki halkla kaynaştılar. Onların dinî, örfî ve sosyal gibi iç yapılarına karışmayarak vicdan hürriyetine saygı gösteriyorlardı. Hatta onlar, kendilerinden önceki Hıristiyan yöneticiler tarafından ağır vergiler vermek zorunda kalmış olan gayrimüslim tebaasından belli bir vergi (cizye) almakla yetinerek mevcut kanunlara aykırı olarak keyfî hiçbir muameleye izin vermemişti.
Osmanlı Türklerinin hızla ilerlemeleri ve fethedilen bölge halkının bu yeni idareyi kendi idarelerine tercih etmelerinin sebebini anlamak için ilk Osmanlı kaynaklarına başvurmak yeterlidir. Söz gelimi Âşık Paşazâde ve Neşrî gibi Osmanlı kroniklerinde epey bilgi bulunmaktadır. Nitekim 1355 yılında Osmanlılara esir düşmüş olan Selanik Başpiskoposu Gregory Palamas’ın mektubu da bu durumu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. O, Osmanlı idaresindeki Hıristiyanları tam bir serbesti içinde görmüştü. Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa, ona Hıristiyanlık hakkında serbestçe bazı sorular sormuştu. Bir yandan, Bizans İmparatorluğu’nun bozulmuş olan idare tarzı, vergilerin keyfî olması, Rum yönetici ve hatta imparatorlarının kendi hazinelerini doldurmak gayesiyle halkı soymaları, öte yandan da emniyet ve güvenlik sorunlarıyla ekonomik buhranlar gibi etkenler, halkın Osmanlı yönetimini memnuniyetle karşılamasına sebep olmuştu.
Bizans ve diğer derebeylerin idare tarzına karşılık Osmanlıların disiplinli hareketleri ve fethedilen yerlerin halkına karşı adaletli, şefkatli ve taassuptan uzak bir siyaset takip etmeleri Balkan halklarının onlara bakışını derinden etkilemişti. Söz gelimi, Osmanlılar tarafından vergilerin tebaanın (vatandaşın) ödeme imkânlarına göre tertip edilmiş olması ve özellikle Ortodoks olan Balkan halkını Katolik mezhebine girmesi için ölümle tehdit edenlere karşı Türklerin buralardaki unsurların dinî ve vicdanî hislerine saygı göstererek bu ince ve hassas noktayı prensip olarak kullanmaları, Balkanlardaki Katolik baskısına
karşı Osmanlı yönetimini bir kurtarıcı olarak karşılamalarına sebep olmuştu. Balkan milletleri Osmanlıları böyle karşılamakla yerinde bir karar vermişlerdi. Çünkü Osmanlı rejimi, din ve ırk ayırımı gözetmeyen, bütün tebaayı Osmanlı Devleti şemsiyesi altında birleştiren bir idare idi. Osmanlılar, devletlerini kurarken kitleleri çeken bu uzlaşıcı, koruyucu ve hoşgörülü siyaseti şuurlu bir şekilde takip ediyorlardı. Onların idaresi tamamen insanî anlayışlar üzerinde kuruluydu.
Hiç kimsenin dininden veya ırkından dolayı hor görülmediği bu uygulama sebebiyle Osmanlı idaresindeki şehir veya köylerde bulunan kiliselere dokunulmamıştı. Bunların tamir ve onarımlarına izin verilmişti. Şu anda Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde gayrimüslimlerin dinî müesseseleri, onlara ait dinî ve hayrî işlerden bahseden 10 adet “Kilise Defteri” bulunmaktadır. Bunların ilki, 1453 tarihini taşımaktadır ki bu, İstanbul’un fetih tarihidir. Osmanlı idaresi, vatandaşı bulunan gayrimüslimlerin sadece din, örf, âdet ve geleneklerini devam ettirmekle kalmamış, aynı zamanda onların ekonomik bakımdan da müreffeh ve hayat seviyesi yüksek bir yaşantıya sahip olmalarını hedeflemişti. Hatta bu yüzdendir ki, Osmanlı arşivinde yer alan bir belgeye göre, Hıristiyanların, ibadet günü olması sebebiyle çalışmadıkları ve alışveriş yapmadıkları Pazar günündeki bir semt pazarının günü, bu vatandaşların mağdur olmalarını engellemek için Cumartesiye alınmıştı.