İSLÂM MEDENİYETİ VE ADALET
İslâm medeniyetinin önemli özelliklerinden biri de adalet prensip ve anlayışına bağlı olmasıdır. Arapça “a.d.l.” kökünden gelen adalet kelimesi, sözlüklerde hakkı yerine getirmek, denk kılmak, doğru olmak, birbirine eşit olmak, terazinin kefelerini eşit hale getirmek, insaf etmek, haksızlıktan kaçınmak, herkese hakkını vermek, davranışlarda doğru olmak ve tarafsızlık gibi birçok anlama gelmektedir. Bu kelimenin zıddı ise zulüm, haksızlık, taraf tutma ve insafsızlıktır.
Tarih boyunca adalet, toplumların sosyal yapısını belirleyip koruyan ve toplumsal yapıyı ayakta tutan temel yapı taşlarından biri olmuştur. Toplumun, adaleti gözeten bir yapı üzerine inşa edilmesi medenî gelişmeyi belirlediği gibi, uygulanmaması da toplumsal işleyişteki noksanlığı ortaya koyar.
İslâm’ın, gerek Kur’ân, gerekse Hz. Peygamber’in hadisleri vasıtasıyla herkese karşı aynı şekil ve şartlarda uygulanmasını istediği adalet, önemli bir prensip ve hatta bir ibadet gibi telakki edilmektedir. Zira adaletin uygulanması sayesinde her türlü haksızlık ortadan kalkacaktır. Bu da insanların, özellikle sosyal yaşantılarında güvene dayalı sağlam ilişki ve medenî gelişmelerin devamını sağlayacaktır.
Bir adı da “Âdil” olan Allah, her türlü fiil ve hareketimizde adalet prensibine riayet etmemizi ister. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de yer alan “Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve akrabaya yardım etmeyi emreder. Hayâsızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasaklar.” (Nahl, 16/90) ile “Ey insanlar! Allah için adaleti ayakta tutup gözeten şahitler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil olun ki o, takvaya daha yakındır…” (Mâide, 5/8) ayetleri, adaletin önemine işaret etmektedir.
Görüldüğü gibi, Kur’ân’ın uygulanmasını istediği adalet anlayışı, her türlü menfaat, imtiyaz, ayrıcalık ve beşerî zaaflardan uzak bir uygulamayı gerektirmektedir. Bu bakımdan adalet, herhangi bir öfke, kin veya sevgi gibi duyguların etkisi altında kalınmadan uygulanmalıdır. İşte Kur’ân’ın gerek fert, gerekse toplum bazında uygulanmasını istediği adalet budur.
Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in konuyla ilgili emir ve tavsiyelerini bilen Müslümanlar, bir şahıs veya topluma düşman da olsalar, onlara karşı büyük bir kin ve nefretle dolu da olsalar, bu duyguları onları adaletsizliğe sevk etmeyecektir. İslâm tarihinin sayfaları, Hz. Peygamber zamanından (Asr-ı Saadet) bugüne kadar adaletli davranışların örnekleri ile doludur. Bu türden davranışların, pek çok kimsenin İslâm medeniyetinin dairesine girmeye sebep olduğuna da burada işaret etmemiz gerekir.
Peygamberler zincirinin son halkası olan Hz. Muhammed (as) adalet prensibi üzerinde büyük bir özenle durmuş, onun insanlar arasında uygulanmasını her şeyden üstün tutmuştur. Birçok hadisinde adaletin uygulanmasına dikkat çeken Allah elçisinin, konu ile ilgili hadislerinden biri, bütün bir insanlık ve özellikle her kesimden idarede bulunanlar için dikkat çekicidir. O, Buharî, Müslim, Tirmizî, Neseî gibi sahih hadis kaynaklarında verilen hadisinde şöyle buyurmaktadır:
“Hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde Allah, yedi zümre insanı kendi (arşının) gölgesinde barındırır ki, bunların ilki adaletle hükmeden ve âdil davranan yöneticidir.”
Hz. Peygamber’in titizlikle uygulamaya çalıştığı ve bu yolda ümmetine emirler verdiği adalet, sadece mülkün değil, her şeyin temeli olarak kabul ediliyordu. Bu sebeple, kendisinden sonra gelen halifeleri ve daha sonraki Müslüman hükümdarlarca da aynı titizlikle uygulanmaya çalışılıyordu. Bunun içindir ki, Hz. Peygamber’den sonra adaletin dağıtımı görevini halifeler bizzat kendileri yürüttüler. Çünkü İslâm idare sistemine göre kaza (yargı), hilafete dâhil önemli vazifelerden biri olarak kabul edilmektedir. Dava ve çekişmelerin arkasını kesmek için halk arasındaki anlaşmazlıkları halledip bir karara bağlamak, halife ve dolayısıyla hükümdarın önemli vazifelerinden biridir.
İslâm dünyasında adalet ve insanlara muamele kendisinden önce örneğine rastlanmayacak şekilde devam etti. Hatta İslâm’ın dünya harp tarihinde kendisinde önce düşünülmesi bile mümkün olmayan birtakım insanî prensipler ortaya koydu. Nitekim harpte düşmana karşı da olsa Müslüman, adaletten ayrılmayacaktır. Savaşta tahribattan kaçınılacaktır. Fiilen savaşa katılmayan (kadın, çocuk, yaşlı ve din adamı gibi) kimselere dokunulmayacaktır. Savaşta, insanlık haysiyet ve şerefine yakışmayan hareketlerden uzak durulacaktır. Esirlere iyi muamele edilecektir.
Bu şekildeki emir ve uygulamaları ile İslâm, harbi kanlı bir sahne olmaktan çıkararak ona belli bazı kurallar getirmiştir. Bu bakımdan İslâm, harbi her isteyenin veya gücü yetenin sadece toprak kazanmak veya ganimet elde etmek için değil, Allah rızasına nail olmak gayesiyle katlanmak zorunda olduğu bir vazife haline getirmiştir.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan yönetim sorunlar, onun bıraktığı mirasın ışığında çözülmeye çalışılmıştır. Böylece ideal yönetim ilkeleri oluşturulmaya başlanmıştır. Kendi kaynak ve geleneklerinin dışındaki bilgi birikimini de dikkate alan Müslüman düşünürler, kadim medeniyetlerin -İslâmiyet’e aykırı olmayan- siyaset felsefelerini değerlendirmekte bir mahzur görmediler. İbn Mukaffa, Cahız, Fârâbî, İbn Sina, İbn Bâcce, Gazalî, Sühreverdî, İbn Tufeyl, İbn Rüşd, Maverdî, Keykavus, İbn Teymiye, Nasirüddin Tûsî, İbn Haldun, Celaleddin Devvânî, Nizamülmülk gibi düşünürler, siyasetnâme ahlâk, siyaset ve devlet yönetimini konu alan eserleriyle ideal bir yönetimin temel ilkelerini ortaya koymuşlardır.
Bazı toplumlarda güç ve otoritenin dışında bir hakkın tanınmadığı bir dönemde yeni yeni filizlenip gelişen Osmanlı Beyliği’nde adalet, hak ve hukuk prensiplerine göre davranma, babadan oğula (nesilden nesile) vasiyet ediliyordu. Osmanlı siyaset düşüncesinde varılması hedeflenen en önemli gaye adalettir. Halkın sosyal refahı için adalet, belirleyici bir ölçü olarak benimsendiği gibi, kurumların asıl gayesi de bu ilkeye göre belirlenmiştir.
Zira adalet, eşyayı yerli yerine koymak ve herkese durumuna göre hakkını vermektir. Bu devletin anlayışında adaletle iktidar arasında bağımlılık, birinin diğerinin varlık veya yokluk sebebi olacağı sürekli vurgulanmıştır. Nitekim “İmdi bu Devlet-i Aliyye, adl ile kaimdir ve illa zulm ile memâlik viran olması mukarrerdir” denildikten sonra adaletli davranışın Allah’a yakın olmanın, zulmün de ondan uzaklaşmanın sebebi olduğu şöyle dile getirilir:
Adalet bâis-i kurb-i Hüdâ’dır
Nitekim zulmeden Hak’tan cüdâdır
Buna göre adalet, iktidar ve devamlılığın bir şartı olmaktadır. Eğer iktidarın devamı isteniyorsa güvenilmesi gereken hususiyet adalet olmaktadır. Bütün yöneticilerin adalete uygun davranması gerekir. Fakat padişahlar, bu konuya herkesten daha fazla önem vermelidirler.
Zira adalet, hazinenin artmasına ve halkın çoğalmasına yol açar. Hazine ise halkın çokluğundan ve ülkenin bayındırlığından kaynak alır. Memleketin ümranı ise adaletledir. Harap olan bir ülkenin maldan ve medeniyetten nasibi olmaz.
İslâm, insan hayatının bütün yönlerini göz önünde bulundurup ona göre düzen ve sistem koyan bir dindir. Bu bakımdan, insan haklarını da Allah’ın emir ve istekleri doğrultusunda teminat altına alıcı esasları içerir. Bu sebeple belirlediği iman ve ibadet esasları ile insanın manevî ihtiyaçlarına cevap verirken, onun biyolojik, ekonomik ve sosyal yönü ile ilgili esasları da ortaya koymayı ihmal etmemiştir.
İnsan, aynı zamanda sosyal bir varlıktır. Yaratılışı gereği diğer insanlarla bir arada toplumsal bir hayat yaşamak zorundadır. Yüce rabbimiz, insanın aslı ile ilgili gerçekler bildirdikten sonra düzenli ve dengeli bir hayat yaşaması için gerekli olan prensipleri de koymuştur. Ferdin hak ve hürriyetini tanıyıcı ve temin edici prensipler yanında insanın sorumluluğu ile kuralları koymuştur. Bu sebepten o, en küçük toplum olarak kabul edilen ailede bile fertlerin birbirlerine karşı olan hak ve ödevlerinden bahsederek onlara nasıl riayet edilmesi gerektiğini belirtir. Hz. Peygamber’in, evrensel insan hakları beyannamesi diyebileceğimiz Veda Hutbesinde, yüz binlerce Müslümana hitap ederken aile fertlerinin birbirlerine karşı olan hak ve vazifelerini birer kanun şeklinde ortaya koymuştur.