1. Anasayfa
  2. Uncategorized

Avrupa’da 17. ve 18. YY Savaşlarının Düşünce Dünyası  

Avrupa’da 17. ve 18. YY Savaşlarının Düşünce Dünyası   
0

Avrupa’da 17. ve 18. YY Savaşlarının Düşünce Dünyası

Savaş, küresel ticarî rekabetin bir parçası halini aldıkça Reform dönemi insanının zihnine egemen olan dinî hüviyetinden kaybetmeye başladı. Dinî hassasiyetlerin halen devletler arasında kurulan ittifak veya devletleri birbirine düşüren savaş kararlarına etki edebildiği tabii ki doğruydu. Örneğin, Britanya’nın Fransa’ya duyduğu dinmek bilmez öfke, Protestanların Katolik kitleler karşısında duyduğu geleneksel kızgınlıktan besleniyor, ya da 1750’lerde Prusya ile kurulan ittifak işbirliği yapılan gücün Protestan niteliklerinden ötürü memnuniyet yaratıyordu. Yine de, bir zamanların Katolik-Protestan veya Hıristiyan- Müslüman ayrımına dayalı din savaşlarından eser kalmadı. Katolik Fransa’yı dize getirmeye çalışan Büyük Birliğin içinde Katolik güçler de vardı. Hatta savaşın başında Papa Fransa’ya yönelen kuvvetlere desteğini bile açıklamıştı. Keza 1683’te Viyana önlerinde dağılan Osmanlı güçlerinin yarattığı iştah açıcı durum bile, Kutsal İttifak’ın pek uzun ömürlü olmasına yetmedi. Avusturya orduları Sırbistan’a doğru gitmeye çalışırken Fransızlar Habsburgların elindeki Alman topraklarına saldırdılar.

Savaş olgusu belki eskisine nazaran daha dünyevî ve çıkarcı bir hal alıyordu; ama ideoloji insanlara birbirlerine karşı yürüttükleri mücadeleye anlam katmada yardımcı oluyordu. Zorbalığa karşı mücadele, uluslararası hukuktan doğan haklar, nefs-i müdafaa hakkı, doğuştan gelen eşitlik ve özgürlük gibi kavramlar devletler arası ilişkilerde belirleyici olmaya başladı. Bu fikirler, 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kurulan dünyada günden güne daha anlamlı hale geldi. 1640 ve 1650’lerde İngiltere’de çıkan ayaklanmalar ve 1770 ve 1780’lerde Amerika’da çarpışanlar açısından özgürlük ve haksızlığa karşı çıkmak gibi ideolojik kavramlar önemliydi. Keza XIV. Louis Fransa’sına karşı kurulan ittifaklarda Avrupa’nın üzerine karabasan gibi çöken Fransız “zorbalığı”na bir set çekmekten bahsediliyordu. Bu cins fikirler, savaşın ideolojik veçhesini daha önce görülmemiş seviyelere taşıyan Fransız Devrim Savaşları (1792–1802) döneminde iyice belirginleşip kuvvetlendi.

Ne olursa olsun, 1792’den önce savaş dendiğinde akla yine de ilk olarak geleneksel hanedan rekabeti geliyordu. 1650’den sonra vuku bulan savaşların nitelik bakımından seleflerinden farklı olduğu gün gibi aşikârdı; ama hanedanların varlık ve itibar kavgası Avrupa’nın hâkim mücadelesi olmayı sürdürüyordu. Hükmetmek, savaşmak ve şan ve toprak kazanmak isteyen krallar hala ordaydı. Kaldı ki, 1688’de İngiltere, 1701’de İspanya, 1733’de Lehistan ve 1740’da Avusturya’da olduğu üzere, yönetici hanelerden birinin soyunun inkıraza uğraması veya silsilede bir kırılma olması halinde ortaya çıkan Veraset Savaşları Avrupa’nın en önemli meselesi oluveriyordu.

Bununla birlikte değişen bir şeyler vardı. Hükümdarlar, geleneksel hanedan hedeflerinin peşinden koşarken tebaalarından yükselen yeni talepleri göz önüne almak zorunda kalıyorlardı. Neticede merkantilist rekabet, savaşın küresel bir sahneye taşınması ve malî-askerî devletlerin doğuşu, hep bir arada insanların içinde yaşadığı toplumu değiştiriyor; tebaanın hayatını doğrudan şekillendiriyordu. Birçok insan devlet eliyle her an değişebilecek ekonomik yapıya yatırım yapmış haldeydi. Bu yüzden de, denizaşırı veya kıta içi olsun, savaşların nasıl gelişeceğini hevesle bekliyor; siyasî ve askerî gidişatı kendi arasında hararetle tartışıyordu. Basit şekilde ifade etmek gerekirse, hükümdarın yapıp ettikleriyle yakından ilgilenen bir “kamuoyu” doğuyordu. Gariptir ki, malî-askerî devlet kurumları, eskisine göre daha fazla iş, bürokratik mevki ve makam yaratmış olduğu için halkın devlet siyasetini tartışma ve toplumun faydasına olmadığına inanılan seçimler karşısında hükümdarı eleştirme gücü artıyordu. Bundan böyle tebaa sadece seferler esnasında başvurulan bir insan havuzu değildi; savaşlara bizzat katılıyor ve askerî kararları etkilemeye çalışıyordu.

Örneğin, Fransa ve Britanya arasında çıkan savaşlar, iki ülke halkı arasında da hasım milleti aşağılamaya meyilli nefret söylemlerinin doğmasına ve millî kimliklerin inşasına yol açtı. İki hanedan egemenlik mücadelesine girdiğinde devlet ricali ve soyluların birbirleri hakkında acımasız laflar sarf etmeleri alışılagelmiş bir şeydi; şimdi ise, savaşa tutuşan devletlerin halkları bu koroya katılmışlardı. Öte yandan, hükümdarlar kamuoyu tepkisi ve halk taleplerinin onları eskisi kadar serbest bırakmadığını kabullenmek durumundaydılar.

Westphalia’da kurulduğuna inanılan güç dengesi, Rusya ve İsveç’in dâhil olmasıyla birlikte Batı Avrupa devletleriyle birlikte doğulu güçleri de kapsayacak şekilde genişletilmek zorundaydı. Ne var ki, bu uluslararası sistem ve denge siyasetinin hayatî bir kusuru vardı. Kendi haline bırakıldığında denge ister istemez değişiyor; Avrupa siyaset aktörlerinden bir veya birkaçı diğerlerinin önüne geçiyordu. Böyle durumlarda diplomatik vasıtalar veya gerekli hallerde ortaklaşa hareketle fazlaca güçlenen devletin önünü kesmek icap ediyordu. Mesela 1761’de, Fransa ve İspanya, Britanya’nın denizlerin tek hâkimi olmaya “niyetlendiği” ve İngiliz halkının menfaatine uygun olmayan hiçbir ticarî düzenlemeye izin vermeme “hevesinde” olduğu için Britanya’ya karşı bir işbirliği paktı kurdular.

1750’lerden itibaren Avrupa’daki güç dengesi muazzam bir ağırlığın altında esnemeye başladı. Britanya’nın Yedi Yıl Savaşı’nda Fransız kuvvetlerini ezip geçmesi, Lehistan’ı aralarında paylaşmaya niyetli Avusturya, Prusya ve Rusya’yı bu işten caydırabilecek yegâne batı kuvvetinin ortalardan kaybolması anlamına geliyordu. Lehistan 1772’de parçalandı. Öte taraftan Britanya Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nı kaybedince dengenin yeniden tesis edilebileceği düşünülmüştü; ama zaferin bedeli, savaşın malî yükü altında ezilen Fransa’ya öylesine ağır gelmişti ki, ülkeyi 1789’daki Büyük Devrime sürükleyen bir malî darboğaza teslim oldu. Bu arada Avusturyalıların aklını çelmeyi başaran Ruslar, Avusturya askerlerini Osmanlı İmparatorluğu’na karşı açılan ortak cepheye çektiler. Orta Avrupa’da doğan boşluktan istifade eden Prusya kralı II. Friedrich, Hollanda’daki krizden yararlanıp Prusya gücünü Fransa’nın aleyhine kuzeye yaydı. İngiliz başvekili William Pitt’in Fransa’da devrim yaşandığını duyduğunda akşam yemeğini paylaştığı misafirine “yaşanan olayın Britanya’nın hayrına olduğunu ve Fransa’yla uzun süre uğraşmak zorunda kalmayacaklarını” söylediği rivayet edilir. 18. yüzyılın sonunda Fransa büyük bir dünya devleti olmaktan çıkacağa benziyordu.

Bu Yazıya Tepkiniz Ne Oldu?
  • 0
    be_endim
    Beğendim
  • 0
    alk_l_yorum
    Alkışlıyorum
  • 0
    e_lendim
    Eğlendim
  • 0
    d_nceliyim
    Düşünceliyim
  • 0
    _rendim
    İğrendim
  • 0
    _z_ld_m
    Üzüldüm
  • 0
    _ok_k_zd_m
    Çok Kızdım

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir